Merhaba, şekeri bıraktım.

Çocuğum olduğundan beri hayatımda memnun olmadığım alışkanlıklarımı ve huylarımı değiştirmek/düzeltmek yönünde bir istek var içimde.

Bir kısmını gerçekleştirdim. Bazılarına henüz sıra gelmedi. Bazılarını da yavaş yavaş gerçekleştiriyorum.

Bu alışkanlıklardan biri de şeker tüketimiydi. Oldum olası zaten kilo fazlam hep oldu. Bir gün aylık alışverişten eve geldiğimizde alıveriş fişini inceliyordum. Aldığımız bir çok ürünün ne kadar da gereksiz olduğunu farkettim ve oğlum büyüdüğünde benim gibi bir “dobişko” olsun istemiyorsam biraz bu yiyeceklerden uzaklaşmamız gerektiğini düşündüm.

Biraz benim beslenme alışkanlıklarımı anlatmakta fayda var bu arada. Olağan bir Türk gibi ben de son derece fazla bir ölçüde ekmek, makarna, pirinç, bulgur, şeker, tatlılar, tüm şekerli meşrubatlar, kızartmalar, hazır yemekler, fast-foodları hiç düşünmeden yiyordum.  Özellikle yazları günde 1,5 litre iceteayi lıkır lıkır içen biriydim. Bir de sağlıklı olalım diye her akşam yarım kilo meyveyi de mideye indiriyordum.

Ortalama bir iş gününden örnek verirsek ; Sabah 2 poğaça yanında şekerli çay, öğlen çorba pilav ekmek bir ana yemek, akşam da öğlenden çok farklı olmayacak şekilde bir beslenmem vardı. Gün içinde on bardak çay/kahve de cabası.

Peki nasıl daha iyi beslenebilirdim.? En kolay şekilde yapabileceğim şey sofra şekerini içeren gıdalardan(içecekler dahil) ve ekmekten(makarna, pilav vs. dahil) uzak durmaktı. Bunu daha öncede denemiştim ama sürdürememiştim. bir-iki hafta sonra eski beslenme alışkanlıklarına dönüş yaşanmıştı.

Bunun dışında ne yiyorsam normal bir şekilde yemeye devam ediyorum. Öyle sıkı bir diyette falan değilim anlayacağınız. Porsiyonlarımı falan da küçültmedim. Basit bir örnekle, döneri çok severim. Pilavüstü ya da dürüm yemek yerine yanında patates kızartması ve kola yerine salata ve ayran ile yiyorum.

Gel gelelim bu sefer ciddiydim ama çok da iddialı değildim. Çayı bile şekersiz içemezken nasıl olacaktı bütün bunlar?

İlk bir kaç gün çok zor geçti. Süründüm neredeyse. Şekerli ürünler yememek/içmemek için sürekli su içtim. Su içmek de bi yerden sonra bayıyor. İçine limon sıkarak içtim. Çayı şekerli on bardak seviyelerinden şekersiz 2-3 bardak limonlu seviyelerine çektim. Kahveye zaten şeker atmıyordum ama orada da lattesinden makiyatosundan uzak durmak gerekti. Meyve tüketimini de çok azalttım. Canım istersen sabah 1 tane yiyorum.

Sonrasında gerçekten insan vücüdu değişmeye ve alışmaya başlıyor.

Özetle neler değişti derseniz şöyle bir sıralama yapabilirim. 1,5-2 aylık bir sürede yaşadıklarım bunlar.

-Enerjim arttı. Kronik yorgunluk hissi gitti . 2 kat merdiven çıkmaya, 500 metre yürümeye üşenen ben şimdi rahatlıkla yarım saat aralıksız yürüyebilirim.

-Acıkma aralıklarım uzadı. yemeklerden 1 saat sonra gözlerim dönmüş şekilde acıkırken şimdi 5-6 saat aç kalabiliyorum. (Tatlı krizi deyince şirin duruyor ama aslında yoksunluk sendromu gibi bir şey bu yaşanılan.)

-Çevremde sürekli hasta olmamla meşhur olan ben neredeyse kışı hastalanmadan geçirdim.

-Sabah uyanamıyordum. Bıraksanız gün boyu uyurdum. Gün boyu üzerimde bir uyku hali vardı. Bu hal artık yok. Sabahları dakikalar içerisinde uyanıyorum ve kendime geliyorum.

-Yaralarım çok hızlı iyileşiyor. Cumartesi günü motordan düştüm. Dizim sıyrıldı. Bugün salı ve tamamen iyileşti.

-Kilo vermeye başladım. Sayısal veri veremem çünkü tartılmıyorum ama kemerde 2 delik geri çektim. Giyemediğim pantolonlar ve gömlekleri giymeye başladım.

-Sivilce ve siyah nokta sayısındaki inanılmaz azalma! Bu yaşa geldim hala sivilcem eksik olmaz. 2 aydır sivilcem çıkmıyor. Siyah nokta oluşumu da gözle görülür bir şekilde yavaşladı. Gözaltlarımdaki morluk azaldı ve göz altı torbalarım da küçüldü.

-Ağzınızın tadı değişiyor. Dilime reset atıldı. Yemeklerin tadı özellikle sebzelerin tadı çok farklı geliyor. Nefesiniz daha temiz kokuyor. Sabahları uyanınca ağzımda bir acılık olurdu ve gün içinde sürekli ağzım kururdu. Bu durumdan da kurtuldum.

-Ruh halimdeki olumlu değişiklik. Daha mutluyum, olumluyum ve umutluyum. Dikkatimi toplamak hala benim için zor ama bir işe konsantre olma sürem uzadı. Birden sinirlenip parlardım. Bu durum çok azaldı. Eşim de bunu onayladı.

-Sindirim sistemimde sürekli bir düzensizlik hali vardı. Şimdi ise normale döndü. Bunda su tüketimindeki artışın da etkisi yüksek. Kabızlık veya ishalden şikayetçi iseniz şekerden uzak durun.

-Ayrıyetten aganigi naganigi.

 

İlave şeker/sofra şekeri bir besin değil, bir bağımlılık. Bir bağımlılıktan kurtulmak bile çok güzel. Tavsiye ederim.

şeker bağımlılığı

kolik bebekler/gazlı bebekler

bebeklerin ilk ayları gazlı geçer bilirsiniz.

hatta bebeklermizin en büyük derdi büyük ihtimalle gaz sancılarıdır. bu gaz sancıları bebeği ağlattıkça siz de onunla ağlayacak duruma gelebilirsiniz. saatler sürer.

durumun kendisi sıkıntılı olmasına rağmen bir de her kafadan bir ses çıkar. herkes bir yorum yapar, bir noktadan sonra kendinizi suçlamaya başlarsınız.

iyice gerilirsiniz.

bizim oğlan da son derece gazlı, bir de inanılmaz inatçı bir bebek. biz de oğlumuzda bu sıkıntıyı yaşadık, hâlâ da yaşıyoruz. deneyimlerimizi paylaşmak istedim.

1-) beslenmeden sonra gaz çıkarması; ilk işimiz bu olmalı, ister anne sütü ister mama, her beslenmeden sonra gazını çıkarmaya özen gösterelim ki sonra o gazın çıkması başlı başına sorun oluyor.

2-) doktorun verdiği damlalar; doktorumuz bize biogaia ve sub simplex isimli iki damlayı verdi.  bir de aguline isimli bir şurubu kullanabilirsiniz dedi. bunları kullandık. aguline’e sonra değineceğim.

3-) ayaklarının altına bir şeyler sürmek; adaçayı, çörek otu, nane çayı… bilimum bitkisel karışımların sürülmesi konusunda tavsiye aldık ama hiç dene(ye)medik. bizim oğlan bunların sürülmesine asla müsaade edecek bir çocuk değil. o yüzden biz faydasını göremedik.

4-) karnına sıcak bir şeyler koyup masaj yapmak; bizim bir pirinç torbamız var. su torbası gibi, mikrodalgada birkaç dakika ısıtıp oğlanın karnına sardığımızda iyi geliyordu. o yanımızda olmadığında temiz bir havluyu ısıtıp koyuyorduk. bir de karnına masaj yaptığımız zaman güzel sonuçlar aldık. kibarca ovalayın. bacaklarını yukarı aşağı hareket ettirin.ama masajı aşırıya kaçırırsanız bebeği kusturabilirsiniz. bu hareketleri çok sert yaptığınızda Allah muhafaza kemikleri bile kırılabilir. kibar olmakta fayda var.

5-)anneye/bebeğe bir şeyler yedirip içirmek ; annenin yedikleri bebeğe yansıyor, bu yüzden annenin kuru baklagil, süt ve süt ürünleri, baharat, kahve, çay gibi gaz yapacak gıdalardan kaçınması şart! annenin bazı gıdaları alması da işe yarayabilir. bu konuda satılan anne için çaylar var. annenin bir de bol su içmesi gerek.

ama bunun dışında bebeğe şekerli su vermek, kimyonlu  su vermek, hurma yedirmek, bala pekmeze batırarak emzik vermeye çalışmak vs. gibi saçmalıklara yanaşmayın. maalesef büyükanneler bu konuda laftan anlamıyor. doktorlarımız da çok kızdılar.

6-) emzirme saatleri; bebeğin sürekli meme ağzında olması da gaza yol açıyor. mümkünse emme aralıklarını açmakta fayda var. en az 1-1,5 saat olması lazım. aksi halde kısır döngü oluyor. emdikçe gaz oluyor, gaz oldukça memeye yatırıyorsunuz  bebeği.

7-) fön makinası-elektrik süpürgesi ; her bebek de işe yarar mı bilmiyorum ama bizim oğlan fön makinası sesine resmen aşık. duyunca sakinleşiyor. direk makinayı açıp sakince karnına tutuyoruz ya da youtubedan açıyoruz. ama bebek sussun diye de son ses kulağına kulağına sokmaya gerek yok.

8 -) banyo yaptırmak ya da suya sokmak, altını açmak, yüzüstü yatırmak; bebeği yıkamak ya da bir kova ılık suyun içine göğsüne kadar batırmak çok iyi geliyor. 10 dakika suda tutun, zaten suya girince debelenmeye başlıyor sıpalar. altını açınca da bacak hareketleri gaz çıkarmasına yardımcı oluyor.  bebeğin yatış pozisyonunu değiştirmek de işe yarıyor. bebek yüzüstü yattığı zaman masaj etkisi yapıyor.

9-) arabaya binmek ve bebek arabasında gezdirmek; biz de ikisi de çok işe yaradı. kendi arabasına biner binmez dışarıya çıkacağını anlayıp heyecanlanıyor zaten.

10-) kat kat giydirmeyin ve üşütmeyin,altını uzun süre kirli bırakmayın; çok basit bir kural var. siz kaç kat giyiniyorsanız bir kat fazlasını bebeğe giydirin. aynı zamanda bebeği serinleteceğim diye de üşütmeyin. bebeği mümkünse bol bol/ferah ferah giydirin, şıkıştırmayın. üşürse de bir kat daha giydirmek yerine bir örtü ile destekleyin. altını uzun süre ıslak bıraktığınız da gaz olabilir. kendinizden pay biçin yağmurda ıslanınca nasıl tatsız oluyor. işte aynısı bebekler için de geçerli.

özetle bir baba olarak hayatımızı zehir eden gaz sancılarına karşı  gözlemleri şöyle;

gaz sancısı bir hastalık değil, tam aksine bebeğinizin sağlıklı olduğunu gösteriyor. hangi yöntem olursa olsun, etkisi sınırlı düzeyde. gaz sancıları, bağırsakları gelişene kadar, hareketi artana kadar maalesef yaşanacak bir süreç. yukarıda yazdıklarımı deneyin. illa ki biri yardımcı olacaktır.

sevgili ana-babalar baktınız gaz ağlamaları bitmiyor, her şeyi denediniz bebeğiniz susmuyor, çocuğunuzun da gazdan başka bir problemi olabileceğini düşünüyorsanız mutlaka doktora görünmekte fayda var. belki bilmediğimiz başka bir sorunu vardır.

not: aguline vs. gibi ilaçları düzenli kullanmakta fayda var. sancı anında bu ilaçları bebeğe vermek doğru değil. yoksa hiç kullanmayın. biz aguline’i kriz anında ve ya az öncesinde veriyorduk, bu şekilde kullanmayı bıraktık.  gaz sancılarımız ciddi miktarda azaldı.

not 2: kayınvalidem çok uğraşıyor ama bizim oğlan inatla emzik tutmuyor.

Doğumgününde dedeni kefenlersin.

Bitmeyecek ve hiç değişmeyecek gibi yaşarız hayatı.

Ama hayatınız bir anda değişebilir, beklenmedik bir anda bitiverir.

Hayat böyledir.

Ama biz ölmeyecek gibi yaşarız.

Günler aylar sonrasını planlarız kendimizeden çok emin bir şekilde. Hayatı çok ciddiye alır, kendi küçük dünyamızdan başka bir şey düşünmeyiz.

Halbuki bu hayatın tek saniyesine bile hükmümüz geçmez.

Sonra bir haber gelir. Kuşun kafesinden kurtulması gibi bir can bedeninden öylece süzülür. Hep var sandıkların yok olur hiç yaşamamış, o evlerde odalarda hiç oturmamış gibi. Her şey geride kalır. Can tenden sıyrılır. Biçare kuş kafesinden uçup sonsuz gökyüzüne kavuşur.

Yaş aldıkça yaşgünlerin de değişir. Yıllar hızlanır.

Yeni nefesler eklenir ömrüne. Mesela hiç beklemediğin bir anda evlat kokusu siniverir hayatına. Hiç bitmesin istersin bayılana kadar koklamak istersin.

Sonra hesap yaparsın Dedenle evladın arasında 100 sene vardır. Tam 100 sene. Geçmişin ve geleceğin.

Koca alem deveran ederken bu ayrıntılar zerredir. Dünya pencereden bir anlık bakıştır. Sıranı bekler bakıp geçersin. Doğumgününde dedeni kefenlersin.

Başladığı yerde biter tüm yolculuklar.

Ve bir ayet sıcaklığı sarar insanı, İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

baba oluyorum.

baba oluyorum.

hem de çok az kaldı inşallah.

***

bir erkeğin hayatı dünyada herhalde 2 kez alt üst oluyor.

birincisi evlenmeye karar verdiğiniz ve evlendiğiniz zaman.

ikincisi ise sevdiğiniz kadınla kurduğun o küçük ve iki kişilik dünyanın artık 2 kişilik olmayacağını öğrendiğiniz anda.

bir erkek bekar yaşadığı süre boyunca -istisnalar dışında- başına buyruk yaşar, sadece kendini düşünür. evlenmeye karar verdiğinizde ise bu tamamen değişiyor. Artık 2 kişilik yaşıyorsunuz ve tüm hayatınızı 2 kişilik yaşıyor ve kararlarınızı 2 kişilik olarak alıyorsunuz.

***

eşim benim lise aşkım/arkadaşım. yani uzun yıllardır beraberiz. neredeyse bütün hayatımızı birlikte inşa ettik.

diyebilirsiniz ki “siz zaten kaç senedir birliktesiniz artık bir farkı kalmamıştır”.

emin olun, her gününüzü birlikte geçirdiğiniz insanla düğünden sonra aynı eve adım attıktan sonra her şey yeni başlıyor.

Bunu kötü bir durummuş gibi düşünmeyin. Aksine dedim ya her şey yeni başlıyor. Zorlukları da var güzellikleri de.

Neyse düğün telaşı bittikten sonra evin kapısı kapanıp 2 kişi kaldığınızda , kendi kabuğunuzda bir yuva kuruyorsunuz. bir hayat kuruyorsunuz. bir düzen. bir şekilde bu düzen devam ediyor.

***

ta ki küçük bir mucize hayatınıza girip tüm hayatınızı gerçekten altüst edene kadar.

ister içgüdü deyin, ister toplumsal şartlanmışlık, ister öğretilmiş ebebeynlik.

o sıpanın geleceğini öğrendiniz ya, artık hiçbir şey eskisi gibi OL-MA-YA-CAK.

***

sakin olun.

bunu telaşlanın diye söylemiyorum. Sadece eşinizle kurduğunuz o küçük dünya artık sona erecek. yeri geldiğinde başına buyruk, yeri geldiğinde umarsız ve canı nasıl isterse öyle yaşayan genç-evli hayatı artık yok.

artık her an tetikte olmanız gereken, her an onunla ilgilenmeniz gereken ve her an onu koruyup-kollayıp en iyi şartlarda yaşatmanız gereken bir bıdık var. BAM BAM BAM.

***

ben ki hayatı boyunca kendinden başka bir şey düşünmemiş 4 kardeşin en küçüğü,tabiri caizse tekne kazıntısı idim. şimdi hem eşimden hem de bebeğimden sorumluyum. onların karnı tok-sırtı pek olmasını sağlamak zorundayım.

bunun ne kadar ürkütücü oldğunu düşünün.çoğu erkek zaten bundan ürküp evlenmekten ve çocuk sahibi olmaktan uzak duruyor.

bir kere maddi boyutu var bu işin.

ne de olsa anne evi rahat. karnın doyuyor, çamaşırın yıkanıyor, bulaşığın toplanıyor, ütün yapılıyor, kira/fatura derdi yok. az buçuk elin ekmek tutuyorsa keyfe keder yaşarsın. neden bu rahatlığı bırakıp aile kurasın ki?

ikincisi de manevi yükü.

neyse bizim için o günler geride kaldı.

dedim ya bir erkeğin hayatındaki 2 büyük kırılma noktası da yaşandı benim için.

ve sizi temin ederim ki, bekar günlerimi hiç özlemiyorum. aile kurmak ve aileyi büyütmek çok güzel. sadece anne/babamın artık yaşlandığını görmek beni üzüyor.

***

gelelim bizim küçük mucizemize.

15 temmuz gecesini nasıl geçirdik sonrasında neler yaşadık ülkece biliyorsunuz. biz de benzerlerini yaşadık. evimiz köprüye yakın olduğundan köprüdeki dehşeti yaşadık. mahallemizden şehit cenazeleri kalktı birer birer.

hainlerin isyanı bastırıldıktan ve ortalık durulduktan sonra biz de bir kaç günlüğüne tatile gidelim dedik.

yolda giderken susurlukta mola verdik. tostu ısırıp ayranı içerken hanım “ben bu ay adet olmadım” dedi.

ordan sonra film koptu.

tatil beldesine varır varmaz eczane aradık. haftasonuna denk geldiği için zar zor bulduk. test aldık. sonuç pozitif.

ikna olmadık.

pazartesi sabahın köründe millet denize giderken biz hastaneye gittik.

artık orda ikna olduk.

bu güne kadar bebeğimiz olsun diye bir çabamız olmamıştı.

bebek yapalım diye plan dahi yapmamıştık. hatta ilk 3-4 sene rahat rahat gezelim bebek yapmayalım derdik.

ama hayatta her şey plandığınız gibi olmuyor. iyi ki de olmuyor. yoksa ne kadar saçma hayatlarımız olurdu.

***

bebeğimiz olacak. günler günleri kovaladı ve artık son 4-5 haftadayız inşaallah.

heyecan dorukta.

bebek daha gelmeden kendisi için hazırlıklar/değişiklikler yaptırıyor size.

neler mi yaptık?

eşim işini değiştirdi. gün içinde daha serbest olabileceği bebeğimizle daha iyi ilgilenebileceği bir yöntemle çalışmaya başladı.

biz ofisimizi değiştirdik. eşimin çocuğu bana bırakması durumunda daha müsait olabileceğimiz bir ofise geçtik.

birlikte olduğumuz süre boyunca bize yetecek küçük evimize bebekle sığmayacağımızı anladığımızdan evimizi değiştirdik.

yaptığımız hazırlıkları saymıyorum bile.

bebek için ne gerekiyorsa gerekli olan her şey imkanlar el verdiği ölçüde hazırlanıyor.

***

daha uzun uzadıya anlatılacak çok şey var.

ama kısaca söyleyeyim “heyecandan içim kaynıyor”.

öğrendiğim ilk günden beri onu kucağıma alacağım anın hayalini kuruyorum.

inşallah hayallerimiz gerçeğe döner.

 

 

 

 

 

 

 

 

bir avukatın isyankar zamanları

Merhaba,

Ben Avukatım. Serbest Avukat. Bağ-Kurlu Avukat.

Bu sıralar meslek hayatımı etkileyen bir kaç gelişme oldu peşpeşe, onlardan bahsedeyim.

***

Beraber çalıştığım meslektaşım Şubat ayında doğum yaptı ve şu an doğum izninde.

Tek başıma yetişmeye çalışıyorum işlere. Bir gün Bakırköydeyim, bir gün Çağlayanda, bir gün Kartalda. Mesai bittikten sonra da kalan işlerimizi yetiştirmek için geç saatlere kadar çalışıyoruz.

***

Bu da yetmez gibi doğumdan hemen sonra ofisimizi taşımak zorunda kaldık.

***

Taşınma öncesinde ve sonrasında yaşanan sıkıntıları az çok tahmin edebilirsiniz.

Mesela nakliye için tuttuğumuz adamlar taşınma sabahında gelmediler. Alelacele arkadaşlarıma haber verdim. Elemanlarla ve arkadaşlarımla ofisi taşıdık.

Taşınma öncesinde ve taşınma sonrasında yerleşene kadar 3 hafta neredeyse hiç çalışamadık. Neredeyse diyorum çünkü, mesela internet servis sağlayıcı “süper” şirket 15 günde ancak nakletti  internetimizi.

Telefonlarımızı bağlayan şirket bağladıktan sonra telefonlar tam 3 kez daha arıza yaptığı için tekrar tekrar geldiler. Toplamda ancak 2 hafta sonra telefonlarımız çalışır hale geldi.

Mesela elektrik servis sağlayıcı şirket kaçak (?!) elektrik kullanıyoruz diye bir anda elektriğimizi kesti. Alakasız şekilde kesilen bu elektriği açtırmak 3-4 günümüzü aldı. Bir de haksız yere kestikleri elektriği açmak için bi’ dünya ceza ödettiler.

Yan ofisten üçlü prizle elektrik çekip iptidai şartlarda iş yapmaya uğraştık.

Kısacası taşınma öncesinde 1 hafta, sonrasında 2 hafta çalışamadık. İşlerimiz hep aksadı.

***

Bu arada benim Eşim de hamile. Allah nasip ederse Nisanın ilk haftası bebeğimiz olacak. Bir ayımız bile kalmadı.

Evimiz küçük olduğundan evimizi de taşımak zorunda kaldık.

***

Bunların hepsi (eski ofisi toplama-yeni ofis tadilat- ortağın doğumu-yeni ofise taşınma- yeni ofiste yerleşme- eski evi toplama- yeni evin tadilatı – yeni eve taşınma – eşimin doğumu) 4-5 hafta içerisinde yaşanmış olacak.

***

İnsanın anasının babasının/eşinin dostunun yardımı olmadan bunların hiçbirini yapamaz inanın.

Hepsi sağolsun.

Ama bu süreçte anamın-babamın desteği kadar destek beklediğim bir yer daha var.

Aidatlarımızı her zaman kuruşu kuruşuna yatırdığımız , canımız ciğerimiz, tek meslek örgütümüz, AVRUPANIN EN BÜYÜK BAROSU İSTANBUL BAROSU.

***

Beraber çalıştığım meslektaşım doğum yaptığını ve doğum izninde olduğunu, ofis adresimizin ve ev adresimizin değiştiğini baroya bildirdik.

Bildirimlerimizi alan Baromuzun, üyelerinin ihtiyaç duyacağı bir anda “alo” demesi bile yetebilecekken Baromuzun bu konularda herhangi bir kaygısı/politikası yok.

***

En sıradan şirkette bile çalışanlar evini taşıdıklarında taşınma izni/yardımı alabilecekken, bir Avukat haftasonu taşınıp hazır ve nazır biçimde pazartesi işinin başında olmak ve duruşmalarına girmek zorunda.

Hakimlerin nezdinde Avukatlar DOLANDIRICI VE YALANCI olduğundan dolayı, hiçbir  Avukat “ofisimi taşıdım,duruşmaya katılamıyorum, mesleki mazeretli sayılmak istiyorum” diye duruşmasına mazeret bildiremez.

Hep bağlı çalışan Avukatların sorunlarından bahsederiz. Serbest çalışan Avukatların izin hakkı dahi yok.  ( Pardon unuttum serbest Avukatlara her zaman tatildi değil mi?)

Barosu Avukatına “Sevgili üyem sen ofisini taşıdın,neden taşıdın,nakliye buldun mu, paran var mı, yerleşebildin mi, bir şeye ihtiyacın var mı” diye sormaz.

Çocuk ve doğumla ilgili asgari ücretle çalışanlara dahi belli yardımlar ve katkılar sağlanıyorken, Barosu sadece doğum yapan kadın Avukatına bir kereye mahsus 1300 TL verir. Ha unuttum bir de Bakırköy adliyesinde kreş vardı değil mi ?

Ama Avukat Bağ-Kur ödemelerini dahi yapamıyor ise, sağlık güvencesi dahi olmaz. Parasını ödemeden hastaneye dahi gidemez. TBB-SYDF istediği kadar özel hastaneler ile anlaşmalar yapsın.

***

Yanlış anlaşılmasın ben daha dün başlamadım bu mesleğe. Neredeyse 10 yıllık emeğim var bu işe. Ama mesleki anlamda, maddi ve manevi olarak en zor dönemlerden birini geçiriyorum/geçirmeye çalışıyorum. Kısacası bir meslekte, meslek örgütünüze en çok ihtiyaç duyduğunuz zamanda ortalıkta kimse yok.

Ülke ekonomisindeki gerginlik herkesi olduğu gibi serbest çalışan Avukatları da etkiliyor.

***

Her yıl yüzbinlerce lira duhuliye ücreti toplayan Baromuz, Her yapıştırdığım Baro Pulundan pay alan Baromuz, hakettiğim adli yardım ücretinden bile kendine pay alan Baromuz, her yıl aidatları toplayan Baromuz ihtiyaç duyduğu zaman üyelerini yanında olamıyor.

Zaten olmak gibi bir çabası da yok. Galiba en acısı da bu.

Baromuz bir çok konuda proje/politika üretirken üyeleri ile ilgili proje/politika üretmekte yetersiz maalesef.

Üyelerini ayakta tutmak/destek olmak için pek kafa yormayan Baromuz düzenli aralıklarla Küba’ya gezi düzenlemeyi akıl ediyor.

Baromuz şunu unutmasın ki, Üyeleri varsa kendisi var. Üyesine faydası olmayan Baronun varlığının da bir önemi yok.

Meslek onuru her an hiçe sayılırken, her ruhsat töreninde “biz toplum önderiyiz” demek üyelerin derdine derman olmuyor.

Avukat adaletin şamaroğlanı olmuşken-hakim/savcı/polis/adliye memuru/özel güvenlik görevlisi ve dahi kamu hizmeti verdiğimiz toplumun kendisi tarafından sistematik olarak aşağılanıp, tahkir edildiğimiz sürece- beylik lafların hiçbir önemi yok. (Üstelik kabahatin bir kısmı da bizdeyken)

Şimdilik her şehirde tek baro var. İlerde bu durum değişirşe her şey altüst olabilir. (Bu başka yazının konusu.)

Avukatı yaşat ki Baro yaşasın. Avukatı yaşat ki, Avukat Hukukun sigortası olsun.

Alınteri ile ettiği yemine sadık kalarak çalışan tüm meslektaşlarıma sevgi ve saygı ile..

13437342_1131424380232977_1043921337_n.jpg

 

bugün dünya yarın ahiret

Babaanneyi kaybettik.

86 yaşında, 2,5 senedir yatar durumda hasta idi. Bir sabah sessiz sedasız gitti.

Ben baktım-sen bakmadın, sizde dursun-bizde dursun kavgası da bitti.

12 doğum, 7 çocuk, onlarca torun. Bir ömür.

Şarkışlada başlayan ömür dünyayı dolandı. İstanbulda son buldu.

Kendisine sağken “İstanbulda öleceksin, Karacaahmet de yıkanacaksın, Hocalar başında Kur’an okuyacak, çörek otu ve gülsuyu dökecekler sana, üstelik Şakirin Camiinde bir Cuma günü kalabalık bir cemaatle namazın kılınacak” desek kendisi bile inanmazdı herhalde.

Dünya işte. Vakit saat şaşmaz. Bir gece bir telefon gelir. Kalkar gidersin. Bir dönem kapanır.

Bugün dünya yarın ahiret.

“Dünyevi dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.” demişler. Karacaahmet de sıra sıra dizili tabutları gördüğümde bir kez daha anladım.

***

Ölüm eşiğini atladın mı her şey geride kalır artık. Yabancı olur her şey can tenden sıyrılınca.

Sıcacık yatağına son kez buz gibi tabutunla yatırırlar.

Yazları kışları gümbür gümbür gümbürdeyen evi kapalı kalmaktan rutubet sarar.

Yemyeşil bostanın bozulur, Sapsarı kavak yaprakları kapatır üstünü. Her sabah süt sağdığın ahırına giden yol ottan geçilmez olur.

Elmaya armuta dalarken “Dalını kırmayın yavrum” dediğin ağaçlar kendiliğinden kurur. Çitler çürür. Duvarlar yıkılır. Baktığın bağ bakmayınca dağ olur.

Hani dinlerdik ya radyodan, “asri gurbet harap etmiş köyümü” derdi Turan Engin. Bülbül gitmiş baykuş konmuş işte baba evimize, ata toprağımıza.

Fareler bile gitmiş, terk etmişler evi, anlamışlar artık yiyecek bir şey kalmadığını.

***

Hastaneye vardığımda morga kaldırmışlardı. Açtım dolabı, çektim çekmeceyi. Hala tam soğumamıştı. Baktım yüzüne. Sevdim yüzünü. Başını bembeyaz saçını okşadım. Güle güle git dedim. Acıların dindi dedim. Pamuk gibi oldun yine dedim.

Gasilhanede yanından hiç ayrılmadım. Sevdim, dualar okudum. Konuştum onunla. Sanki uyuyordu da birazdan uyanacak gibiydi.

***

Bana kızarlardı babaannenin yanına gitmiyorsun diye. Annem sürekli söylerdi babannenin yanına git evladım diye.

İlk hastalandığında bir rüya görmüştüm. Rüyamda Babaannem hasta idi, Herkes gelip görmüştü. En sonlarda ben gidiyordum. Ben gittiğimde babaannem ölüyordu.

Belki bilinçli belki bilinçsiz, bu rüyanın da etkisi ile hastalığı boyunca hastaneye/eve gitmemek için türlü bahaneler buldum kendimce.

Zaman geçti, bir akşam haber geldi kötüleşti diye. Babamlarda oturuyorduk. Babamla gittik birlikte. Kötü idi gerçekten, hemen ambulans çağırdık, o gece yoğun bakıma alındı. Bir daha da çıkamadı zaten.

Ambulansa taşırken kaç zaman önce gördüğüm bu rüyayı düşünüyordum aklımdan.

Yoğun bakımda kaldığı süre boyunca tüm çocukları geldi. Vedalaştılar. Kalabalık toplandı. Sanki hasta babaannemiz için değil de düğün için toplanmıştık. Espri bile yaptık kendi aramızda “zilli kadın yine topladı herkesi” dedik.

***

Yazları oyun oynarken bahçeyi bozuyoruz diye dedem kızardı bize.  Sığdırmazdı bizi. Sesimize kızardı, her yeri karıştırmamıza kızardı. Dedem bize kızdığında babaannem de ona kızardı. Yumuşak olurdu bize karşı. Kuzenlerle kavga ettiğimizde yatıştırırdı ve barıştırırdı.

Bazlama yapardı, ekmek yapardı, çörek yapardı, süt sağardı, yumurtaları toplardı. Bahçeden yeşil soğan, tere, maydonoz, domates ve hıyarı toplardı. Tazecik kahvaltılar yapardık. Hambal yapardı, ufak mantı yapardı, gınnış yapardı. Ayran çalkalardı hemen süzme yoğurdundan.

***

Okuma yazma bilmezdi ama bildiği duaları sureleri okur okur üflerdi bizlere. “Euzu çekin yavrum” derdi. Harfleri bilirdi ama birleştiremezdi. Çok denedik ama öğretemedik okumayı yazmayı.

***

Dedem babaannem ilk kez yatağa düştüğünde ve geri dönüşü olmadığını öğrendiğinde “kadın evin direği yavrum, bizim evin de direği yıkıldı artık yuvamız dağılır” demişti. Hala her fırsatını bulduğunda öptüğü babannem hastalandıktan sonra dedem daha az konuşur oldu. Gün be gün O da güçten düşmeye başladı.

Neyse ki Babaannemi canlı görebildi fırsat buldukça, sağlığı el verdikçe. Fakat cenazesini toprağa koyamadı, üstüne toprak atamadı. Şakirin Camiinde musalla taşına yanaştı. “Rahme Hanım ben geldim” dedi. “Niriye gidiyon” dedi. Şapkasını ters çevirdi. Alnını tabuta koydu. Tabutu öptü. Birlikte geçen 70 yılın ardından vedalaştılar. “İçim yanıyor” dedi. Başka bir şey diyemedi.

***

Belediyeler bizi bu süreçte hiç yalnız bırakmadı. Gerek İbb, Gerek İlçe belediyesi, Gerekse Şarkışla Belediyesi. Hepsine teşekkürler Allah razı olsun. Acılı günümüzde bir de bürokrasi ile uğraştırmadılar bizi.

***

Babannemi toprağa verdik. Emeğinin geçtiği ekmeğini yiyen bir çok insan vardı. Sırayla tuttular kürekleri.

Sonra kalabalık dağıldı. Yakınları kaldı. Onlar da yavaş yavaş dağıldı. Öyle ya herkesin işi gücü vardı, çocukları vardı. Hayat kalanlar için devam ediyordu. Birer ikişer gitti herkes. Herkes gidince ev yine kapanacak. Çocukluğumuz ve anılarımız da o kapının arkasında kalacak.

***

Büyükler gittikçe sadece büyükleri yitirmiyoruz. Ata toprağını baba ocağını yitiriyoruz. Çocukluğu ve hatıraları kaybediyoruz.

Allah rahmet eylesin. Tüm kaybettiklerimize.

 

 

 

 

Yaz

Sabah.

Oda güneşle dolmuş, tatlı bir esinti seni gıdıklıyor. Uyanıyorsun. Perde rüzgarla birlikte odanın içinde süzülüyor.

Üstündeki ince pikeyi yavaşça atıyorsun üstünden.

Kalkıyorsun.

Elini yüzünü yıkıyorsun. Geceden için dolmuş, bir güzel boşaltıyorsun.

Saat 07.50. Evdeki herkes tatlı bir uykunun kucağında.

Deniz şortunu giyiyorsun, ince bir tişört üstüne. Plaj havlunu, kitabını ve bir kaç lira bozuk parayı alıp çıkıyorsun evden.

Sokakta yürüyorsun. Şap şap ses çıkarıyor terliklerin.

Günaydın diyorsun uyanıklara, bir kaç bebek ağlaması duyuluyor açık pencerelerden.

Kumsala iniyorsun, erkenci üç beş kişi var. Havluyu serip terlikleri tişörtü kitabını ve paraları müsait bir yere koyuyorsun.

Yavaş yavaş denize yürüyorsun. Hayatın kaynağı su ya hani, suyla bütünleşir gibi, arınır gibi.

Su pürüzsüz. Esintiden arada bir kıpırdanıyor. Kendini bırakıyorsun suya denizi rahatsız etmekten çekinir gibi usul usul.

Su canlandırıyor seni. Uyanıyor tüm hücrelerin. Rahatla diyor sana sakinleş. Benim kucağımdasın. Günaydın ey insan bugün de hayattasın.

Plajdaki üç beş kişi bir nokta gibi kalana kadar açılıyorsun. Dönüp biraz açığında durduğun kara parçasını izliyorsun.

Yüzmek insanı yorar. Miden gurulduyor. Acıktığını hissediyorsun.

Gerisingeri yüzmeye başlıyorsun kumsala. Kumsalın kumları ısınmış sen içerdeyken.

Rüzgar ince ama ıslakken ürpermene yetiyor. Yürüyüp havluna sarılıyorsun. Güneşten ısınmış. Sıcacık sarıyor seni.

Arkadaki çay bahçesinden tost kokusu geliyor. Tereyağı ve sucuğun iştah kabartan kokusu.

Tişörtü giyiyorsun. Bir kaç lira bozuk paranı alıp terliklerle şap şap yürüyerek çay bahçesine giriyorsun.

Denize doğru bir masaya oturuyorsun. Kitabı almadığın için hayıflanıyorsun. Çünkü Manzara çok güzel.

Daha ilkokul çocuğu olduğu her halinden belli gürbüz bir tosuncuk yaklaşıyor masana.

“Hoşgeldiniz. Ne alırsınız?” diyor.

“Bi’ karışık tost bir de çay.” diyorsun.

Beş dakika sonra tost ve çay geliyor. Tost gelmeden kokusu geliyor zaten.

Bir güzel mideye indiriyorsun. Bozuk paraları yanakları elma küçük delikanlının ellerine bırakıyorsun.

Paraları sayıyor delikanlı.

Sarı lirayı uzatıp “Abi bu fazla.” diyor. Göz kırkıp başını okşuyorsun. Tebessüm ile karşılık veriyor.

Şap şap. Tekrar kumsala gidiyorsun.

Tişörtü çıkarıp uzanıyorsun. Biraz güneşlenmek lazım. Hay Allah gözlüğünü unutmuşsun. Mecburen sırt üstü Yatıp kitabını okumaya başlıyorsun.

Kitap 100 yıl öncesini anlatıyor. Tarihi polisiye. Yeni çıkmış o sıralar. En çok satanlar listesinde birinci. Polisiyenin tarihisi olur mu demeyin. Her cinayet biraz tarihidir.

Yirmi sayfa okuduktan sonra göz kapakların ağırlaşıyor. Kitabı kapatıyorsun. Uyku tatlı bir ilaç gibi esir alıyor.

Kulağında sesler var. Cıvıltılar, dalga sesi, insan sesi, bir kaç araba geçiyor.

Aradan bir ses geliyor.

“Next station hastane-adliye.”

Gözlerini açıyorsun.

Gelmişsin. Saate bakıyorsun.

Duruşmaya beş dakika var. Koşarak iniyorsun trenden. Başka türlü yetişmek imkansız.

Homurdanarak yürüyen merdivenlerden çıkıyorsun.

Az önce gördüğün rüyadan uyanmasaydım keşke diyorsun.

ahmet ümit arkadaşlığı çok güzel yazmış

iphone fotolar 2015 mart 1293

bence ahmet ümit edebiyatımızı ayakta tutan yazarlardan biri.. belki kıymeti bilinmiyor henüz , belki entellektüel çevrelerce polisiye yazdığı için küçümseniyor..

son dönem edebiyatımıza baktığımızda hiçbir şey anlatmayan bir dolu yığın içerisinde ahmet ümit bu toprakların sesi olarak her geçen gün biraz daha parlıyor..

yukarıdaki fotoğraf yanılmıyorsam “kukla” romanından, bu yazıda ahmet ümit arkadaşlığı anlatıyor kahramanın ağzından..

gerçekten arkadaş/arkadaşlık bu kadar güzel ve sade anlatılabilirdi..

tüm arkadaşlara ve bizleri arkadaşı gibi hissedenler için gelsin..

iyi varlar arkadaşlarımız..

bu arada ahmet ümit ittihat ve terakki ile ilgili bir roman yazıyormuş, heyecanla bekliyoruz..

hastalık nasıl gelir?

hava dışarda 12 derece.

kıyafetleriniz mevsim şartlarına uygun.

bir otobüse/metrobüse/metroya biniyorsunuz. bindiğiniz şeyin içi yanıyor. zaten hınca hınç kalabalık. bir de kalorifer yanıyor. gürül gürül.

içerde sıcak bastıkça basıyor.

sonra sizi de ter basıyor.

kalabalıktan ceket-kaban çıkartmanız mümkün değil.

sonra gideceğiniz yere varıp iniyorsunuz.

iner inmez rüzgar.

sonra bir de bakmışsınız iki gün sonra üşüme, ateşlenme ve hastalık gelmiş.

doktora gidersiniz bronşit der.

sonra günlerce ilaç tedavisi. dinlenme şart. hayat ızdırap olur. işiniz gücünüz kalır.

size birinin bakması gerekir. ona da ayrı sıkıntı.

ilaçlara sizden para çıkmasa da devletten çıkar.

bunların hepsini üstüste koyun.

ülkede binlerce insan bu şekilde hasta oluyor.

burda dikkat çekilmesi gereken iki nokta var:

saçma sapan mevsim değişiklikleri yüzünden ne kadar iş kaybı yaşanıyor?

antibiyotik ve diğer ilaçların satışından ilaç sektörü bu işten ne kadar kazanıyor?

en iyisi hava eksi 30 falan olmadıkça toplu taşımada ısıtma açılması yasaklansın.

herkes de üstüyle başıyla terlemeden yolculuk etsin.